Bio
Oh, insomnia...
Seems we meet again,
Won't you bring this waking nightmare to an end?
__________________________
Steam: Mutoyoru
AniList: Mutoyoru
__________________________
Daha eklemediğim bir sürü oyun var, yavaş yavaş ekliyom ¯\__(ツ)__/¯
Personal Ratings
1★
5★

Badges


GOTY '23

Participated in the 2023 Game of the Year Event

Best Friends

Become mutual friends with at least 3 others

Noticed

Gained 3+ followers

Roadtrip

Voted for at least 3 features on the roadmap

Shreked

Found the secret ogre page

N00b

Played 100+ games

Full-Time

Journaled games once a day for a month straight

On Schedule

Journaled games once a day for a week straight

GOTY '22

Participated in the 2022 Game of the Year Event

3 Years of Service

Being part of the Backloggd community for 3 years

Favorite Games

Persona 3 FES
Persona 3 FES
The World Ends with You
The World Ends with You
NEO: The World Ends with You
NEO: The World Ends with You
NieR Replicant ver.1.22474487139...
NieR Replicant ver.1.22474487139...
Shin Megami Tensei: Devil Survivor Overclocked
Shin Megami Tensei: Devil Survivor Overclocked

249

Total Games Played

023

Played in 2024

002

Games Backloggd


Recently Played See More

Katamari Damacy
Katamari Damacy

Apr 28

Katamari Damacy Reroll
Katamari Damacy Reroll

Apr 28

Dark Souls: Remastered
Dark Souls: Remastered

Apr 14

Yakuza Kiwami
Yakuza Kiwami

Apr 13

Milk outside a bag of milk outside a bag of milk
Milk outside a bag of milk outside a bag of milk

Mar 09

Recently Reviewed See More

Bu yazı, şurada yazmış olduğum yazının daha özetlenmiş bir sürümü. Oradan okumanızı şiddetle öneriyorum.

Devil Summoner: Soul Hackers; eksikleri ve harcanmış potansiyeli de olsa 90'lar dönemi cyberpunk atmosferi, oyunun müzikleri, Nemiss, GUMP tasarımı gibi gibi etmenlerden hoşlandığım bir oyun olmuştu. Ama ne çok bilinen bir yan oyundu, ne de çok tutmuştu... Bu tarz sebeplerden dolayı, 2022 yılının şubat ayının yeni bir Soul Hackers duyurusu görmeyi beklemiyordum. Hele hele SMT V çıkalı 3-4 ay geçmişken ve milletin Persona'nın 25.yıldönümü sebebiyle yeni oyun ve/veya port beklerken ki bir dönemde bunu hiç de hiç beklemiyordum.

Ve ne yalan söyleyeyim oyun duyurulduktan ve ilk trailer'ı gördükten sonraki düşüncem Bandai Namco'dan çıkma sıradan bir anime oyunu olduğu yönündeydi. Ama ana karakter tasarımı gibi birkaç şey de çok hoşuma gitmişti. Ve Megami Tensei oyunu bu da, ben de ölüsü yeter kafasında olan birisiyim. Ayrıca yepyeni bir SMT spin-off'u çıkıyor hemi de 6 ay sonra, hayır diyecek halim yok tabii ki. Oyun 6 ay sonra çıktı ve pek beğenilmedi. Ayrıca Ekim'de de Persona 5'in bütün platformlara geleceği duyurulunca Soul Hackers 2 unutulup gitti ve indirim oranlarından da fark edeceğiniz üzere pek satmadı. BEN UNUTMADIM AMA!

Bu 'elma' bana göz kırpıyor

Aion, dünyanın dijital ağlarında toplanan verilerden doğan, insan zekasını aşan ve insanların dünyasını gözlemleyen bir varlıktır. İnsanların dünyasına karışmamakta bu yüzden de tarafsızdır. Ancak Aion insan ırkının ve dünyanın yok olacağına dair bir felaket öngörmüştür. Aion "tarafsızlıkta bir yere kadar lan" deyip insanların dünyasına doğrudan müdahalede bulunmaya karar verir. Kendi varlığından Ringo ve Figue isimli iki insansı varlık ayrıştırıp bu ikisinden bu felaketi engellemelerini ister. Ringo, bu olayı araştırırken Phantom Socity adlı Devil Summoner'lardan oluşan bir örgütün Covenant adı verilen enerji varlıklarını toplayıp "The Great One" isimli dünyanın ve insanlığın sonunu getirecek bir varlığı çağırmaya çalıştıklarını öğrenir ve Phantom Socity tarafından öldürülmüş üç Devil Summoner'ı "Soul Hack"'i kullanarak hayata geri getirmeyi başarır. Aion'un öngördüğü felaketin bu olduğuna emin olan Ringo ve Figue ve yanlarında bir arkadaşına verdiği sözü unutan bir Yatagarasu -Devil Summoner'lardan oluşan ve arkaplanda Japonya'yı doğaüstü tehlikelere karşı koruyan uluslarüstü bir örgüt- ajanı olan Arrow, Phantom Society için çalışmasına rağmen bir sebepten dolayı hain edilen Milady, ve "Elmacık, sevdiğim kız Phantom Society için çalışıyor, onu korumam gerek" diyen Saizo ile geri kalan Covenant'ları bir şekilde Phantom Society'den önce bulup bu felaketi engellemek için hazırlığa geçerler.

Devil summon'layamayan Devil Summoner mı olur kardeşim?!

Oynanışa geçecek olursak geleneksel Megami Tensei oynanışı, ancak SMT1-2 ve Soul Hackers'taki klasik sisteme ek olarak Sabbath adı verilen bir ek geliştirme getirilmiş. Her bir demon'ın zayıf noktasına hasar verdiğiniz an stack sayacınız +1 artıyor. Kendi takım arkadaşlarınız turları bitince Ringo, stack'daki sayı kadar demon'ı COMP'dan çıkartıp bütün düşmanlara hasar veren bir saldırı gerçekleştiriyor. Persona'daki "All-Out Attack" gibi düşünebilirsiniz, sadece bunu düşmanın zayıflığını vurduğunuz her tur gerçekleştirebiliyorsunuz. Nasıl Press Turn'de kendinize daha fazla tur sayısı edinmeye ve düşmanın tur sayısını azaltmaya çalışıyorsanız, Sabbath'ta da tur sonuna kadar stack'e çok sayıda demon eklemeye çalışıyorsunuz. Stack'e ne kadar demon eklenirse yapılan saldırı o kadar güçlü oluyor.

Oyunu oynamadan önce okuduğum bazı yazılarda insanlar dungeon'ların çok sıkıcı, sıradan olduğundan yakınıyordu. Katılmıyorum, bu oyundaki dungeon'larda seri için geyet yerinde. Ama sıkıntılı olan başka bir nokta var ki o da dungeon çeşitliliği. Oyunda toplam 5 farklı dungeon var. Bu Megami Tensei standartlarında bile aşırı düşük bir rakam. Aşırı lineer bir oyun olan Digital Devil Saga 2'de bile bu rakam 9'du. Son dungeon hariç diğer bütün dungeon'larda aynı müziğin çalması da bu durumu hiç iyileştirmiyor.

Hani ruh hack'leme nerede?

İnsansı robot veya humanoid içeren yapımlarda şöyle bir klişe vardır, hatta Persona 3’te bile bu vardır ki, o robot/humanoid başta oldukça yapay ve robotsu davranır, ancak hikaye ilerledikçe daha insan olmayı, duyguları vs. öğrenir. Ringo ve Figue ise böyle değil. Evet, Aion tarafından varlıkları yeni yaratılıyor bu yüzden yeni doğmuş bir birey gibiler, tam anlamadıkları şeyler var, bazı duyguları falan yeni deneyim ediyorlar ama çok daha insansılar. Kişilikleri bile birbirlerinden farklı. Mesela Ringo biraz daha atılgan iken Figue davranışlarında biraz daha saygılı. Gergin anlarda Figue yer yer patlayabilirken Ringo sakinliğini daha iyi koruyabiliyor. Kendi aralarında tartıştıkları, fikir ayrılığına düştükleri bile oluyor. Bu açıdan hem Ringo hem de Figue çok güzel karakterler olmuş şahsen.

Arrow biraz daha düz kalmış, ustası ile ilişkisi ilgi çekici olsa da daha iyi işlenebilirdi dediğim karakterlerden. Milady ise yeterince ele alınmadığını düşündüğüm bir karakter oldu. Kendisini bağlayan tek konu Iron Mask ile olan ilişkisi. Ama bu üçlü arasında ise en sevdiğim ise Saizo oldu. Freelancer bir Demon Summoner olması, bazı açılardan biraz daha keyfine düşkün ama aynı zamanda daha zor açılan birisi olması gibi sebeplerden dolayı favori karakterlerimde Ringo’dan sonra Saizo geliyor.

Grafik olarak oyun çok güzel gözüküyor. Oyunun müziklerini ise bu sefer Atlus Sound Team değil NieR serisinin müziklerini yapan Okabe abimin şirketi MONACA yapmış. Müziklerinden gayet memnunum açıkçası. Çok hoşuma giden tınılar mevcut. Ayrıca NieR’in müziklerini daha önce dinlediyseniz bazı parçalarda aynı havayı almak mümkün. Ancak gelecekte geçen ve adında yine “Hackers” ibaresi olan bir oyunda synthwave tarzı müzikler olmaması büyük bir eksiklik.

Bunun yanı sıra Soul Hackers 2, bu tarz iki kişi arasındaki iletişimi, konuşmayı oldukça vurgulayan bir oyun olmuş ki bu açıdan bana çok sevdiğim başka bir oyun olan The World Ends with You‘yu anımsattı. Soul Hackers 2’de de karakterler arasında “Konuşabileceğimiz tonla zaman vardı! Niye bana bu derdinden hiç bahsetmedin!” tarzı çıkışlar var ki bu bence Soul Hackers 2’nin en güçlü yanlarından biri olmuş.

Ancak önceki oyunlara neredeyse hiçbir referens olmaması, demon'lar ile müzakere sisteminin çok basit kaçması, ay fazı sisteminin bulunmaması, Yatagarasu ve Phantom Society arasındaki didişmenin yeterince ele alınmaması, şehirdeki cyberpunk temanın yetersiz kaçması, dungeon azlığı, oyunun DLC politikası gibi gibi çok ciddi zayıf ve eksik yönleri de bulunmakta.

Sadede gelirsek, Soul Hackers 2 benim beğendim bir oyun oldu. Hikayesi gayet güzel, karakterleri başarılı ve akılda kalıcı, bazı açılardan insan duygularına değinen bir oyun olmuş. Ancak kaçırılan potansiyel de bana soracak olursanız fazlasıyla büyük. Ve şunu demem lazım: Soul Hackers 2, iyisiyle kötüsüyle PS2 dönemindeki Atlus’tan çıkan bir iş gibi hissettirdi. Oyunun bazı yerleri PS2 oyunuymuş gibi hissettiriyor. Ancak PS2 dönemindeki Atlus, Digital Devil Saga, Raidou Kuzunoha gibi çok satmamış, bazı açılardan başarılı, bazı açılardan tamamlanmamış hissettiren, eksik kalan ama özünde farklı fikirler barındıran, deneysel diyebileceğimiz oyunlar da yapmıştı. Ve ben Soul Hackers 2’den bu tadı aldım. Evet, eksiklikleri var, ancak farklı bir şeyler de denenmiş. Hoşuma gitti bu benim. Ancak sadece Persona oynamış ve Soul Hackers 2’ye girişmek isteyen kitle: Bu oyun Persona değil, bunu bilerek girin. Ve Soul Hackers 2’den önce Persona olmayan bir Megami Tensei oyunu, mesela SMT 3: Nocturne’un remaster sürümünü, oynayıp girişin en azından. Bu yazıyı yazdığım tarih itibari ile oyun halen Xbox Game Pass’te. İlginizi çekiyor ve bakmayı düşünüyorsanız kaçırmayın!

Basit bir hack&slash platform oyunudur diyerek almıştım ICEY’i zamanında. Keşke okusaymışım açıklamasını. Yani öyle ama ICEY aslında kendini tanıttığı üzere Stanley Parable tarzı meta bir oyun. Oyunda ilerlerken ve robot mob keserken bir anlatıcı hikayeyi anlatıyor, uygulamanız gereken eylemleri belirtiyor. Dinlemezseniz anlatıcıyı kızdırıyor, dördüncü duvarı delen şakalarla karşılaşıyorsunuz. ICEY bunlardan ibaret sadece. Bunları da iyi yaptığı da söylenemez.

Stanley Parable dahil bu konsepti işleyen bayağı bir oyun var ama bu konsept ya bu tarz platform-hack&slash oyunlarına pek gitmiyor ya da ICEY bunu beceremiyor. Daha oyunun başındayım, anlatıcının anlatığı şekilde ilerliyorum. Ancak girdiğim bir binada çıkmaza geldim ve geri dönecekken açık bir dolap kapısı dikkatimi çekti. Alışkanlıktan belki para kutusu falan vardır diye bakayım derken anlatıcı “Icey, ben ne dersem dinlemiyorsun, bu oyuna ben bu kadar uğraştım” diye söylenmeye başladı ve alternatif bir son aldım. Ya ben orada ne var diye merak etmiştim sadece. Oraya gitme diye bir şey de demedi anlatıcı. Sırf bir odaya baktım diye beni kendisini dinlememekle suçlamasın.

Daha önce herhangi bir platform veya metroidvania oyunu oynadıysanız bilirsiniz, hasar aldığınızda karakteriniz kısa bir süre boyunca hasar almaz bir duruma geçer. Bu hem tekrar toparlanabilmenizi sağlar hem de küçük bir hatadan dolayı karakterinizin ekstra hasar almanızı engeller. ICEY'de olmayan şey ise tam olarak bu. Bir tane robot tutup sizi havaya fırlatıyor. Hasar aldığınızda sersemleyip hareket edemiyorsunuz. O sırada ekranın dışından lazer atan bir drone yüzünden ekstra hasar alıyorsunuz, o sırada art arta sürekli saldırabilen diğer robotlar ise takla atarak size çarpıyor ve yere düşene kadar bütün canınız bitiyor. Elinde olmayan bir sebepten dolayı ölmek müthiş bir durum, değil mi? Bu yüzden "Hard" zorlukta oynarken ve oyunun neredeyse sonuna gelmişken bu sıçtığımın şeyi yüzünden üzerine düşmanlar akın eden bir asansör sekansını geçemedim yahu! 1 saat boyunca denedim, tam bırakacakken hadi bir de “Easy” zorlukta deneyeyim diyerek oyuna tekrardan başladım ve güç bela geçebildim. (Easy zorlukta da yaşandı aynı olay merak etmeyin) 1987'de çıkan Mega Man'de bile var lan bu özellik ve o oyun çok daha kazık olduğu halde onda ICEY'de yaşadığım şu olaydan dolayı küfrettiğim kadar küfretmedim be! ICEY, bir meta oyun olmaya çalışacağına önce mekaniklerini aldığı türün özelliklerini becerseydi keşke.

Anlatıcıyı dinlediğinizde çok sıradan bir aksiyon hack&slash; dinlemediğinizde ise birkaç şakaya maruz kaldığınız; günün sonunda ise “Niye oynadım ben bunu” dediğiniz, kendini hatırlatacak hiçbir şeyi bulunmayan bir oyun ICEY. Yorumlarda Stanley Parable ile karşılaştıran olmuş, yanlış karşılaştırmak ama ben karşılaştıracak kadar başarılı bile bulmadım. Ama anlatıcının Japonca seslendirmeni gayet iyiydi bak. Oyunu resmen o seslendiren abi ve oyunda çalan birkaç parça taşıdı benim için.

Şu aralar yine görsel roman iştahım açıldı galiba. İki ay içerisinde art arda 5-6 adet görsel roman okumamdan belli sanırım bu. Bir önceki okuduğum “Chaos;Head”den sonra daha kısa bir şey okumak isteyince gözüme ATRI çarptı. VNDB’den de baktığım üzere 10 saat civarı sürüyordu. Ayrıca senaryosunu “If My Heart Had Wings”in ana, Kotori ve Amane rotalarını yazan “Konno Asta” yazmış, gerçi bunu bitirince keşfettim, hele diyordum yer yer IMHHW havası alıyorum. Neyse, kısaymış, android kız var ( ͡° ͜ʖ ͡°), romantizm var, biraz slice-of-life, belki de “Planetarian” tarzı bir şeydir diyerek "daldım". Düşüncelerimi belirteceğim bu kısa (?) yazıda ise buna geçmeden önce ana hikayesini anlatmak istiyorum.

2020’li yıllarda bilinmeyen bir sebepten dolayı deniz seviyesi giderek yükselmeye başlamış, bu durum ise kıyı kenarlarında kalan yerleşim bölgelerini sular altına mahkum etmiştir. Şehirler su altında kalıp insanları daha yüksekte bulunan bölgelere göç etmeye zorlamakla kalmamış, insanlık sadece 10 yıl içerisinde sahip olduğu teknolojinin büyük bir kısmını kaybetmiştir. Hikayenin ana karakterinin adı ise Ikaruga Natsuki. Kendisi bu felaketin yaşanmaya başlamasından sonra dünyaya gelmiş, küçük yaşta geçirmiş olduğu bir tünel kazası sonucu annesini ve sağ bacağını kaybetmiştir. Babasının desteği ve kendi azmi ile dünyayı bu yaşanan durumdan kurtarmaya yönelik dahi bilim insanları yetiştirmeyi hedefleyen “Akademi” isimli bir okula girmeyi başarmıştır. Birkaç yıl sonra, babasından gelen para yardımı kesilince masraflarını karşılamak için protez bacağını satmıştır. Stres ve bacağının kesildiği yerden kaynaklanan psikolojik bir acı yüzünden Akademi’deki notlarında başarısızlık göstermesi, Nastsuki’nin geçmişte hocalarına gösterdiği bazı kibirli davranışları gibi gibi sebeplerden dolayı Akademi’den atılmıştır. Natsuki çareyi ise büyükannesinin yanına dönmekte bulmuştur. Ancak büyükannesi de vefat etmiştir ve arkasında Natsuki’ye kalacak bir gemi, denizaltı ve büyük de bir borç bırakmıştır. Bütün hayallerini ve yaşama isteğini kaybetmiş Natsuki’ye Catherine adındaki borç toplayıcı bir kadın uğrar ve der ki “Büyükannenin borçlarını ödemek zorundasın. Büyükannenin, şu an suların altında olan bir atölyesi, içerisinde de çok değerli bir şey varmış. Bununla hem büyükannenin borçlarını ödersin, hem sana ayrıca para kalır, bana da bir miktar ateşlersin, ne dersin?”. Kaybedecek bir şeyi olmayan Natsuki ise “Peki ulan.” der ve denizaltına binip büyükannesinin atölyesinin bulunduğu yere gider. Ancak atölyenin içerisinde ise bir hazine, değerli planlar vs. bulmayı beklerken tabut gibi bir kapsülün içerisinde uyuyan bir kız bulur. Ancak kız gerçek bir kız değil, Atri adındaki bir humanoid (insan şeklinde bir android) çıkar. “Humanoid, mandroid, çok para eder bu, satıyoz bunu” derken Atri bu duruma karşı çıkar ve kendisinin önceki sahibinden –Natsuki’nin büyükannesi- kalan ve gerçekleştirmesi gereken son bir emri olduğunu ve bunun için kendisine 45 günlük bir süre vermelerini talep eder, bu süre sonunda kendisini gönül rahatlığı ile satabileceklerini söyler. Atri’yi alacak yeni kişinin bulunması, evrak işlerinin tamamlanması için ise en iyi ihtimal ile 1.5 ay sürecektir. Yapabilecekleri bir şey olmadığı için Natsuki ve Catherine bunu kabul eder. Ancak başka bir sıkıntı vardır: Atri -ya denizin altında uzun bir süre uyuduğu ya da kendisi bir ‘ponkotsu’ olduğu için- kendisine verilen emri hatırlamamaktadır. Atri’ye hem onu gördüğü ilk andan itibaren kanı ısınan ve onu satmaktan vazgeçen hem de ona verilen emri bulmaya çalışan Natsuki’yi ise arkadaşları Minamo, Ryuji, Ririka ama özellikle de Atri ile birlikte geçireceği ve unutamayacağı günler beklemektedir.

ATRI, özünde romantik türde bir görsel roman. Bu türden hoşlanıyorum, ama hoşlanmam için iki karakter arasında romantik ilişkinin yanı sıra ana hikayenin de akması lazım. Senaryosunun yazarı aynı olduğu için “If My Heart Had Wings” ile bir noktada karşılaştırmak istiyorum. “If My Heart Had Wings”in ikinci yarısında, ilk yarısındaki seçimlerle seçtiğiniz kadın karakterlerden biriyle ilişkiye giriyorsunuz, romantik anlar vs. var, ama ana hikaye -ilk yarıya göre daha yavaşlamış da olsa ve kısmen ikinci yarıyı komple uzatılmış bulsam da- devam ediyordu.

Heh işte, ATRI böyle değil. Yine bir nokta itibariyle kendimce iki kısma ayırıyorum. Bu ilk kısımda Atri’nin hatırlamadığı emri bulmaya çalışma tarafı ilerlemiyor. Bunun yanı sıra küçük çaplı bağımsız olaylar yaşanıyor; Natsuki, Atri’den romantik anlamda hoşlanmaya başlıyor, büyükannesinden kalan bazı araştırma notlarını buluyor falan ama beni merak ettiren konuda gıdım ilerleme yok. Bunun dışındaki şeyler ise yavaş ilerliyor zaten, hafiften baymaya başladı derken ilginç bir şey keşfediyor Natsuki. “İşte bana bunlarla gelin” dediğim ve beni baygınlıktan kurtaran nokta bu. Bu noktadan sonra gelen ikinci kısım kesinlikle daha iyi. Hikaye akmaya başlıyor, bazı sorular yanıtlanıyor ama bu ikinci kısım ilk kısma daha kısa maalesef. Bu yüzden ATRI’de de “If My Heart Had Wings”te canımı sıkan durum yaşandı. Hikayenin görece gereksiz diyebileceğim yerleri olmasa daha kompakt, daha memnun ayrılabileceğim bir iş çıkabilirdi diye düşünüyorum. Ayrıca suların yükselmesi felaketi diyoruz ya, bunu sadece hikayenin belirli noktalarda ilerlemesi için kullanıyor. Bu konu ile ilgili ilginç fikirlere sahip olsa da bunu ne odak noktasına ne de ciddiye alıyor.

Müzikleri güzel bu arada. Atri'nin seslendirmeni ise gayet güzel iş çıkamış olsa da Natsuki’nin seslendirmesi yok. Karakterin yerine kendimi koyabildiğim sürece pek bunu dert etmem. Ancak başta belirttiğim üzere ATRI’den hemen önce “Chaos;Head”i okumuştum ve çığlıklarını, gülüşlerini, mırıldanmalarını, neredeyse çıkarabileceği bütün sesleri duyduğun bir ana karakterden sonra zerre seslendirmesi bulunmayan bir ana karaktere geçmek ne yalan söyleyeyim biraz attan inip eşeğe binmek gibi hissettirdi. Ayrıca 2020’de çıkmasına rağmen ATRI sadece 720p çözünürlük destekliyor. Yüksek bir çözünürlükte veya daha geniş bir ekranda okursanız yer yer artwork’lerde bulanıklıklar dikkatinizi çekebilir, belirtmek istedim.

Belirtmek istediğim bir nokta var ki ATRI’yi okurken metnin orijinali, yani Japonca hali ve İngilizce çevirisi arasında tek tuş ile geçiş yapabiliyorsunuz veya aynı anda üstte Japonca, altta İngilizcesi olacak şekilde gösterebiliyorsunuz. Özellikle Japonca öğrenmeye çalışıyorsanız çok işe yarayan bir özellik bu ki ATRI’yi sadece bu sebepten dolayı bile tavsiye edebilirim. İngilizce çeviriyi ise gayet yerinde buldum. Hikayenin başlangıç kısmında Natsuki’nin Atri’yi ilk gördüğünde Japoncada katakana ile “doll” kelimesi kullanılmışken, İngilizce çevirisinde “mannequin” kelimesinin kullanılması gibi yer yer ilginç veya aklıma gelen ilk şey bu olmazdı diyebileceğim bazı kelime kullanımları olsa da başarılı bir çeviri olmuş.

Sona gelecek olursak ATRI’yi hiç fena bulmadım ama başlamadan önce okuduğum bazı yorumlar ve VNDB’deki gördüğüm puanlamalardan dolayı daha etkileyici bir hikaye ile karşılaşırım diye düşünmüştüm. Etkileyici bulamamamın bir sebebi de aslında daha önce gerek görsel roman gerek anime gerek başka türlerde benzeri hikayeler okumam/izlememden kaynaklanıyor. Bu yüzden ortalama bir puan veririm sanırım ATRI’ye. Romantik bir hikaye okuyayım derseniz gayet gideri olan bir görsel roman.